1990'LARDA ODTÜ HAVACILIK MÜHENDİSLİĞİ

CENGİZHAN BAHAR

Başlarken

En uzak yolculuklar bile tek bir adımla başlarmış. Benim de Havacılık Mühendisliği'ndeki 25 yılımın başlangıcı, 1993 yazındaki ÖYS tercihlerimde, Havacılık Mühendisliği'ni son dakikada tek bir ok işareti ile Makine Mühendisliği'nin üstüne almayı tercih etmem ile başladı. Bölümdeki bazı dersler sayesinde zaman zaman bu kaydırma hareketinden dolayı insanı tereddüt ettiren anlar olsa da, neticede güzel bir yolculuğun başlangıcı olmuştu. Aslında çoğumuz gibi, bu tercih ile son noktayı koyduğunu sanma saflığı ile üniversiteye "kapak attıktan" sonra, her şeyin daha yeni başladığını ve hayatta çok daha zor tercihlerin bizi beklediğini anlamam uzun sürmedi. Mesela ODTÜ'de seçmeli ders seçmenin/bulmanın zorlukları gibi…

Lisans

Hazırlık sonrasında bölüme adım atacağımızı sanmanın heyecanı ile yola çıktık. Ama ilk dönem ortak mühendislik dersleri sayesinde, kendimizi fizik bölümünün meşhur üçlü amfilerinde fizik, kimya ve matematik ders üçlüsünün lisede kalmadığı gerçeğiyle yüzleşirken bulduk. Arada bir iki ders ile hadi bölüme uğrayalım dediğimizde de aslında ayrı bir binamızın olmadığını; ODTÜ'nün meşhur uzun binası Merkez Mühendislik Binası'nın (MM Binası, nam-ı diğer “EmEm") birkaç katında ve İnşaat Mühendisliği'nin Hidromekanik Laboratuvarı'nda ikamet ettiğimizi keşfettik. Sonraki 4 yıllık okul hayatımız boyunca çoğunlukla bu iki bina arasında mekik dokuyarak (teneffüsü diğer derse nefessiz yetişmek için harcayarak) zaman geçiverdi. Açıkçası bunun derslerde bir sıkıntısını görmedik (ta ki yeni binaya taşınana kadar)… Tabii o dönem derslerin içeriği ile boğuşmaktan da bu durumu idrak edememiş olabiliriz, ama o senelerde hayatın şimdiye nazaran daha yavaş aktığını ve "dert" edilen şeylerin farklı olduğunu da unutmamak lazım. Biz lisans okurken dünyanın nasıl bir yer olduğunu hatırlatmak amacıyla;

·       Bilgisayar dünyasının MS-DOS mavisi ve Windows 3.1 pencereleri ile süslendiğini; MB'ların yeterli ve GB'ların hayal olduğunu,

·       Internet ile ilk defa okulda Mosaic ve Netscape ile tanıştığımızı,

·       E-posta kavramını yeni yeni telnet, pine ile okulda gördüğümüzü, mezun olurken kullandığımızı,

·       Programlama dili olarak Fortran 77 ve Turbo Pascal kullandığımızı,

·       Cebimizde cep telefonu değil Casio fx-5500 taşıdığımızı,

·       Kağıt üzeri ve biraz AutoCAD imkanı ile gerçek ortamda görme şansının olmadığı “görülmemiş” tasarımlarımızın ve çizimlerimizin olduğunu (DBF-Design-Build-Fly-Model uçak yarışması öncesinde sadece “Design” olan dönemler),

·       Okul ve ders kayıtları için fiziksel olarak ortalıkta dolaştığımızı (bilgisayar ortamından kayıt 1996'da keşfedilmişti ve o da sadece okulda belli makinelerden oluyordu) ve

·       Seçmeli ders bulmak için kapı kapı boş yer var mı diye dolaştığımızı ve sabah ezanını müteakip veya direkt hocanın kapısında yatıp sıraya girdiğimizi,

belirtmek isterim.

O zamanların fotoğrafını böyle bir çekerek durum tespiti yaptıktan sonra, zaman zaman bunların yansımalarına değineceğim. Ama şu bir gerçek ki, zaman içinde bu durumlar tarih olup "hayatı kolaylaştıran" şeyler alıştırarak değiştiğinden, bazen insan sahip olduklarının her daim olduğunu düşünüyor; hiç yokken sorun etmiyor ama varken olmadığında ne yaparım diye düşünüyor (Bu arada bizim mühendislik hayatımızda bilgisayarsız bir dönem olmadığından, "olmadan ne yapardık" diyerek aklıma Umur Yüceoğlu hocamızın bizi aerodinamik, yapısal vb. analiz programları kullanırken her gördüğünde söylediği "Tıklama mühendisleri" sözü geldi, şimdi şu satırları da "tıklayarak" yazarken… Bu da programların bizler tarafından amacımız için kullandığımız birer araç olduklarını hatırlatan bir söz olsun…). İşte yeni bölüm binasına geçişte de bu his olmuştu, buna ileride değineceğim, ama şimdilik “binasız” okul hayatına devam edelim:

Bölüm binası olmadan okul hayatımızın şimdiye nazaran zor olduğu dönemlerde aslında ders hayatımız da nispeten zor idi. Bizim zamanımızın tipik bir söylemi olan "Eskiden bölüm daha da zordu, şimdi zamanla kolaylaşıyor" ifadesini geçmiş dönemlerinin sorularını görerek ve "katalog" notlandırmaları birkaç dönem yaşayıp, sonra "curve" nimeti ile tanışarak fark etmiştik. Ya da yıllar içerisinde biz zorluklara alıştık ve/veya öğrenmeyi öğrendik ve dönemler ilerledikçe dersler daha kolay gelmeye başladı, bilmiyorum (Sonuçta herkeste aynı olmayabilir, ama her dönem dersler zorlaşmasına rağmen öğrenmeyi de öğrenip daha az çalışarak, not ortalamamın yükselmesini buna bağlarım). İster okul hayatının zorluğu, isterse derslerin zorluğu olsun, sonunda okul hayatı bittiğinde, Yavuz Yaman hocamızın söylediği gibi "Okul bitip de iş hayatına başladığınızda sizin burada öğrendiklerinizden geriye sadece neyi nerede nasıl bulacağınız kalacak" ifadesinin de gerçeklik payı var. Öğrendiklerimizden geriye kalanlar üzerine inşa ettiklerimiz kadar, öğrenme yöntemimiz ve bilgiye ulaşma tarzımız da eğitimden geriye bize kaldı. Hatta bilgiyi hissetmek bile öğrenilen bir durum olmuştu, şöyle ki:

1. sınıfta "Introduction to A/C Performance" dersinde temel performans parametrelerini öğrendik ve Cahit Çıray hocamızın bir sınavındaki (ki quiz bile olabilir aynı tatta olduğundan) bir soruda bir uçağın iniş-kalkış mesafesinin hesabını yaptık. Ya da yaptığımız sandık, sınav çıkışı birbirimize sen kaç buldun, ne çıktı diye sorarken halimiz gurur verici idi. Sayıları tam hatırlamıyorum ama mesafeleri 10, 40, 5000, 7000 gibi bulanlar vardı. İlk şoku metre mi kilometre mi diye sorunca yaşadık. Birim yazmayanlar vardı. Şanslıydılar çünkü yazanlar daha da vahimdi. 40 m ve 40 km ile uçağın boyu mesafesinde durması ile buradan Elmadağ'a kadar duramaması arasında zihin şokları yaşıyorduk. Velhasıl sonuçta birim hatası veya işlem hatası absürt sayılar bulmuştuk, ama neyse ki denklemlerden ve yoldan puan alabilmiştik. Esas sonuç ise bulduğumuz sonucun birimi ile birlikte anlamını idrak etmek, mantıklı olup olmadığını hissetmek olmuştu. Sayıların ve birimlerin anlamını hissetmek de mühendislik açısından en önemli derslerdendir…

Tabii 1. sınıfta yaşadığımız bu şokta, okuduğumuz bölümün adından tutun da, içerikteki uçağı daha görmemiş (gerçi 1993 yılındaki ilk IDEF fuarı ile bunu atlatan şanslılardandık), binmemiş olmanın ve hatta çevremizde tanınmıyor olmasının da artçı etkileri vardı. Düşünün ki, bölümün adı anlaşılmadığından önce çevrenizdekilere "uçak mühendisi" demeye başlıyorsunuz ve o anlaşılıp da "Pilot mu olacaksın?" denilince, yeniden "havacılık mühendisi" demeye başlıyorsunuz ve sonra araya bölümün adını yanlış anlayanlar (halıcılık, hayvancılık, vb.) da girince "uçak, evet tayyare" diye bağıran bir kısır döngüde okul hayatınız geçiyor. Sonuncu yanlış anlaşılma, hakikaten bizim dönemimizde yaşanmış bir vakıa olup, yaz stajı için doğu illerimizdeki bir belediyenin bölümü araması, “Orada ne varmış ki?” diye merak ederken, “Çok pardon, kusura bakmayın da biz hayvancılık diye anlamıştık” diye hüsranla bitmiştir…

Okul hayatının garip zorluklarından biri de teknik olmayan seçmeli dersleri seçebilmekti. Mühendislerin kafasını derslerden kaldıramadığından olsa gerek onların sosyal açıdan eksik kaldıkları gibi bir düşünce sonucunda keşfedilen "non-teknik" seçmeli dersler, adına nispet edercesine daha baştan seçebilmenin zorlukları ve zorunlu olmaları sebebi ile nice mühendisin kafasını derslere daha da gömmesine sebep olmuştu. Gerçi seçmeli ders kuyrukları ile daha neler için kuyrukta beklenebileceğini, ülkenin "her açıdan" kuyrukta bekleme kültürüne sahip olduğunu, seçmeli derslerin diğer zorunlu dersler ile çakışmaması açısından da seç-beğen olduğunu, insanın bir dersi kapabilmek için neleri yapabildiğini ve hangi "teknikleri" uygulayabileceğini (buna geceden sırada yatmak ve bilgisayarlı kayda ilk geçildiği sene sistemi kırıp 30 kişilik bir seçmeli derse çoğu bilgisayar mühendisliğinden 100'den fazla kişinin kaydını yaptırmak da dahil) görerek hakikaten sosyalleşmiştik ve farkındalığımız artmıştı. Şaka bir yana, o dersler arasında halen güzel gelen ve insanın hobisi bile olabilen dersler de olduğunu unutmamak lazım… 

Yıllar sonra aşağıdaki tablodaki ders programını ve önkoşulları görünce şimdi insanın gözü korkuyor. Hakikaten de, "ODTÜ Türkçesi" ile söylersek, 2 veya 3 "midterm", "final", sayısız "homework", "quiz", "lab report" ve "recitation" arasında geçen uzun bir maratonun içindeydik aslında. Ve zamanın yavaşladığı hep o son gün ve son saatler olmasa hiçbir şeyin yetişmeyeceği bu koşuşturmacaya rağmen, bir de bakıyorsunuz 4 yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçivermiş...

Onlarca dersi bitirip de mezun olduktan sonra, zihnimize giren koca koca kitaplardan sadece elde kalan bir kısmının aşağıdaki fotoğrafını çekmiştim, yakmak yerine daha güzel bir hatıra olmuştu. Yüksek Lisans ve Doktora kitapları da eklendiğinde nasıl bir kule olurdu diye de merak etmişimdir…

 

Mezun olurken ODTÜ’lü olmaya o kadar alışmıştık ki ODTÜ Kampüsü (nam-ı diğer Yerleşkesi) artık evimiz gibiydi. Aslında bölümde bizim dönem yaklaşık 35 kişiydik. Ama hazırlık, diğer bölümlerle ortak dersler, teknik olmayan seçmeli dersler, bölümdeki alt ve üst dönemlerle ortak dersler, yurtlar, topluluklar derken genişleyen arkadaş çevresi sayesinde, ODTÜ dünyası da küçük ve tanıdık gelirdi bizlere. Tabii bunda ODTÜ'de her kaldırım taşını adım adım arşınlamış olmanın da etkisi vardı. Zira o dönemlerde henüz dijital çağa geçmediğimiz için ders kayıtları, ders programı, sınavlar, sınav sonuçları, vb. duyuruları panolardan takip eder, bunun için binalar arasında gezinip durur; e-posta, internet, chat, cep telefonu gibi sanal ortam "imkanları" bulunmadığından fiziksel ortamdaki çimenler, çarşı, kütüphane (ki ismine tezat "sesli bölümü" sınav öncesi zamanlarda adeta toplama kampı gibi tam bir buluşma yeri olurdu), kantinler, yemekhane, mediko, vb. her yerde takılırken tanıdık bir yüze rastlama imkanı olurdu. Mezuniyet sonrası dünya büyük de olsa bizim sektör nispeten küçük olduğundan bu durum iş hayatında da devam etti.

Hocalarımız

Bir ODTÜ'lü klasiği olarak, nasıl, ne zaman olduğunu bilmesek de dolmuş şoföründen, öğrencilere, öğretmenlere kadar, herkes birbirine "hocam" diye hitap ederken, bu bulaşıcı durumdan biz de nasibimiz almıştık. Ama şu da bir gerçek ki, dersteki gerçek hocalarımıza karşı ses tonu farkıyla saygıyı da unutmadık. 

Derslerin içeriği dışında (belki de daha fazla) akılda kalan bir diğer husus da hiç şüphesiz hocalarımızın hikayeler anlatması, benzetmelerde bulunması ve hayattan dersler vermeleri olmuştur. Her iki uçtaki örneklere bakarsak;

·       Ders dışı konuları derslere bağlayan, Sinan Akmandor hocamız: Bakın bu konuların hiç birini hatırlamayacaksınız, ama mumun ucundaki alevin ısısını, yakıt ile soğutmayı, motorların sesinin azalmasını hatırlayacaksınız. Yağsız bir motor, susuz bir çiçek, aç bir insan gibidir. Hele şu söz ki “If the flow has to turn, it will not turn”, şu Murphy kanununun “If anything can go wrong, it will.” pratiğe dönüşmüş halidir…

 

·       Ders dışı konuları derslere bağlamayan, Umur Yüceoğlu hocamız: Daha ilk dersten "kaçırılan dersler için haftasonu ek ders yapacağız" diyerek başımıza gelecekleri önceden belirtmiş, nice siyasi ve sosyal konulara kendi üslubuyla derslerimizde yer vererek "teknik olmayan seçmeli ders" açığını kapatmıştı aslında. Hayatın içinden ne konulara değinmişti, ne güzel anılar bırakmıştı rahmetli hocamız… Derse dönmek için "let us go back to our subject, hayır aslında…" deyişi ve çabası hala kulaklarımdadır.

Ve bölümde ders aldığımız diğer hocalarımızdan da zihnimize yer eden sadece birkaç örnek:

·       Cahit Çıray hocamızın havacılığın temel derslerinde bize hep eşlik etmesi ve her sınavın birinci bölümünde "No figure, no formula" ile İngilizce'mizi de test etmesi (ki aslında esas test edilen öğrendiğini yani anladığını kelimelere dökebilmek idi…),

·       Yalçın Göğüş hocamızın tahtanın herhangi bir yerinden başlayıp genişleyen evren modeli ile uyumlu, etrafa yayılan ama büyümeyen yazısı,

·       Yavuz Yaman hocamızın son dönem mezuniyeti belirleyecek derslerden "vibration" dersindeki geçme kalma durumumuzu "master yapacaklar, evlenecekler, işe girecekler, askere gidecekler" gibi gruplara bağlaması,

·       Mehmet Akgün hocamızın, dinamik dersinin adına yakışır şekilde aktifliği, hazır cevaplığı ve pandomim yaparcasına seri el hareketleri,

·       Mehmet Şerif Kavsaoğlu hocamızın proje zorluğunda ödevleri, tahtayla yetinmeyerek elini, kolunu ve kıyafetlerini de tebeşire boyaması,

·       Cevdet Çelenligil hocamızın hızlı konuşma ile İngilizcemize katkısı ve "Evet güzelim, naber genç" gibi sıcak yaklaşımları,

·       Ozan Tekinalp hocamızın, bizi kontrol dersleri ile farklı bir dünyaya, hafta sonları da dahil yolculuğa çıkarması,

·       Sinan Eyi hocamızın sempatik tavırları, ilk itki dersini verişi ve sportif yanı,

·       Yurdanur Tulunay hocamızın, tek bayan hocamız olarak bizi atmosfer ve ötesinde uzaya da hazırlayan ilk hoca oluşu,

·       Ve yine aynı hocalarımızın, bölüm dışı hocalarımızın, asistanların ve arkadaşların yıllıklara bile konu olan sayısız anekdotları…

Şu gerçeği vurgulamak lazım ki, değerli hocalarımızın ve asistanlarımızın her birinin öğretme çabaları, bize daha öğrenci iken meslektaş gibi yaklaşmaları, bilimle uğraşmanın zevkini bizzat kendilerinin de yaşamalarına tanıklık etmemiz ve ders dışında da desteklerini her zaman görmemiz, meslek kazanmak kadar önemli bir husustu diye değerlendiriyorum.

 

Mezuniyet, 1998

 

Lisansüstü ve Yeni Bölüm Binası

1998 yılında mezun olduktan hemen sonra lisansüstüne başladığımda araştırma görevlisi olarak farklı bir bakış açısını tecrübe etme şansım da olmuştu. İlk olarak, okulda/bölümde farklı bir statüde olunca bir şekilde okul daha da bir güzel hale gelmişti. Öğrenci psikoloji bir nebze gidince okula bakış açısı da değişiyor insanın, bunda artan sosyal imkanların da etkisi vardı tabii ki. Öğrenci psikolojisi ile asistan ve hocalara karşı hissettiklerimi, daha sonra asistan psikolojisi ile öğrenci, asistan ve hocalara karşı hissettiklerim ile kıyasladığımda, aradaki fark insana içinde bulunulan ortamın koşullarının ve empatinin nasıl bir his olduğunu öğretmiştir. Asistan iken kopya çekmenin de bir raconu olur dedirtecek denemeler (ödev kağıdını fotokopi ile sadece ismini değiştirerek vermek, uçak tasarımındaki ilk çalışmalarda savaş uçağı yerine geçen senenin kargo uçağı hesaplamalarını/çizimlerini verme, ard arda tüm cevaplarda aynı hatayı aynı şekilde yapma, hatta kağıtta aynı satırda ve aynı hizada!, gibi nice yaratıcı çalışmalar) de ayrıca insanı hayrete düşüren olaylardı. Tabii asistan-öğrenci ve asistan-hoca ilişkileri de nice anılarla dolu, ama konuyu şimdilik çok genişletmeyeyim… Son olarak, yine bir başka empati hissiyle, süpersonik rüzgar tünelini çalıştırmak için verdiğim mücadele sonucunda, 4-5 kaynaktan toplayarak oluşturduğum prosedürün, 18 senenin sonunda hala cihaz üzerinde zamana direndiğini de öğrendim geçenlerde…

Gelelim "binasız" yıllardan sonra yeni bölüm binası ile hissettiklerimize… Araştırma görevlisi olarak MM koridorlarında, odalarında derslere devam ederken ve binasız okul hayatına alışmışken, 2000 yılında yeni binaya geçmiştik. O zaman gerçekten bir binaya sahip olmanın ve bölümün her açıdan (öğretmen, asistan, idari personel, öğrenci, sınıflar, laboratuvar, çalışma odası, bilgisayar odası, vb.) topluca bir arada bulunmasının okul hayatını nasıl kolaylaştırdığını gördüm. O sene yandaki laboratuvar binası henüz tamamlanmamıştı (2001'de ben lisansüstünü bitirirken de kullanıma açılmamıştı), bölüm binasının da eksiklikleri vardı ve çoğu kişi taşınmayı erken bulup itiraz ediyordu diye hatırlıyorum.  Ama o zamanki bölüm başkanımız Nafiz Alemdaroğlu hocamızın ısrarı ile (sağolsun başka türlü birkaç sene daha sürer ve lisansüstünü de bitirirdim muhtemelen) apar topar ayaklandık ve kendi bilgisayarlarımızı, eşyalarımızı araba bagajlarında da olsa yüklenerek “bir anda” taşınıverdik. Tabii muhtemelen yıllar süren inşaat, aylar süren hazırlıklar ve haftalar süren toparlanmalar sonrasında oldu bu ama, o zaman bizim gibi derslere odaklanmış, taşınmayı zihninde düşünmeyenler açısından biz süreci öyle hissettik. Kısa sürede de yerleştik ve tabii zaman içinde binaya alışınca da, kampüsün en uzak noktasında olduğu (hele de ev konumundan dolayı ODTÜ'ye "arka kapısından" -A4- gelip giden biri olarak) gibi hususlar sonradan gözümüze batmaya başladı, insanoğlu işte…

Bölüm binasını ilk gördüğümde dışarıdan kontrol kulesi görünümlü bölüm başkanı odası ilgi çekici gelmişti (Bu arada, bir rivayete göre o kısımdaki pencerelerin kollarının yüksekte olması, uzun boylu bölüm başkanları için öngörülmüş denir). Bölümün o zamanki ilk fotoğraflarından biri de aşağıda mevcuttur.

 

Yeni Bölüm Binamız, 1999

Bölüm binasının karşısında bir zamanlar aşağıdaki fotoğraftaki gibi 2-3 uçak ve boş bir arazi olduğundan gözümüz oraya doğru takılır, ufka bakarken ufkumuz genişler; arada da DBF (Design-Build-Fly) yarışmasının ilk zamanlarında “şu araziye aslında güzel bir model uçak pisti olur, iyi de olur” diye düşünürdük. Fakat ard arda yurtlar yapılmaya başladı, uçaklar gitti, derken bizim pist de hayal oldu…

Yeni Bölüm Binamızın -Bir Zamanlar- Manzarası, 1999

 

Bölüm MM Binası, Asistanlar ve Bölümümüz Çalışanları, 1998

Yeni Bölüm Binası Laboratuvarı, Asistanlar ve Bölümümüz Çalışanları, 2001.

Mezuniyet Sonrası

Üniversitenin insan hayatına kattıklarının yanısıra, bölümün de katkıları yıllar sonra daha iyi anlaşılıyor. Sadece meslek kazanmak olarak değil, Dünya’da teknolojinin son noktası olan, güncel ve zorlu bir alanda bizi yurt dışı muadilleri ile aynı kalitede mühendis olarak yetiştirmek, her biri ayrı bir uzmanlık gerektiren çok çeşitli alanları/branşları öğrenme/keşfetme şansı, bununla birlikte çok farklı çalışma ve sorunları çözme yeteneği geliştirmek, onca zorluğa/aksiliğe ve her türlü Murphy kanununa rağmen işleri yetiştirebilmek, zorluklar karşısında sabretmek ve zamanla zorluklara alışmak (ya da bazen akışa bırakmak veya bekle gör ile zamana bırakmak, artık yoruma kalmış…), sorumluluk sahibi olmak (havada kalan uçak veya bozulduğunda kenara çekme şansının olmadığının zaman zaman hatırlatılarak moral verilmesi de dahil), öğrenmeyi öğrenmek ya da yöntemli çalışmayı öğrenmek, ortak çalışmalar ile bireysel çalışma dışında hakikaten ekip olmanın da farkına varmak, farklı bakış açıları kazanmak ve ufkumuzu genişletmek de dahil çok yönlü bir hayat dersi kazandırmıştır. Hatta her şeyin açık olduğu sınavlar ile hayattaki her “sorunun” cevabının kitaplarda olmadığını ve ucu açık sınavlar ile de zamandan bağımsız uğraşsanız bile bazen çözümü bulamayacağınızı da öğretmiştir. Velhasıl sonuçta bölümden mezun olurken başladığımızdan daha gelişmiş, olgunlaşmış ve hayata daha hazır bir insan haline gelmiştik. Bugün geçmişe bakınca, bölümde yaşadığımız acı-tatlı tüm tecrübelerin, edindiğimiz tüm bilgi/becerilerin ve kazanılan dostlukların, bir şekilde, ileriki yıllarda hayatımızın her alanını şekillendirmeye devam ettiğini düşünüyorum.

Bölüm, Mezunlar Günü, 2010

Bölüm, Mezunlar Günü, 2018

 

ODTÜ'de okurken de, mezuniyet sonrası çalışırken de biraz neye niyet, neye kısmet misali biraz da hayatın akışında denk gelerek, farklı alanlarda çalışma şansım oldu. Bizim zamanımızda yapısal, aerodinamik, itki ve kontrol gibi farklı alanlara yönelmek üzere seçmeli dersler alabilirdik. Lisans'ta yapısal konuları ilgimi çekmekte iken, lisansüstünde asistanlık ve tez konumla birlikte kendimi CFD'de buldum. Derken doktorada ve iş hayatında kontrol, modelleme ve simülasyon alanlarında çalışmaya başladım. Hepsinin de birbirine göre iyi-kötü yanları vardı. Bütün bunlara ilave olarak, özellikle havacılık sektöründe sistemler sistemi tasarlamanın olmazsa olmazlarından Sistem Mühendisliği ile daha çalışma hayatımın ilk yıllarında tanışma şansım oldu.

Sistem Mühendisliği alanında ve sistem seviyesinde çalışmanın bir sonucu olarak, şunu görüyorsunuz ki; hangi sistem olursa olsun (füze, uçak, insansız araç, cep telefonu, tank, vb.) sistem kendisini oluşturan alt sistemlerden/parçalardan daha fazlası ve sistem seviyesinde doğru tasarımı elde etmek, sistemin bütünlüğünü sağlamak ve kompleksliği yönetmek bugünün havacılık sektöründe vazgeçilmez bir konu. Sistem Mühendisliği sadece süreci yönetmek değil, daha da önemlisi sistem tasarımının ve sistemin hayata geçmesinin teknik olarak gerçekleştirilmesidir. Belki bir örnek ile açıklamak gerekirse: “Sistem mühendisi bir orkestra şefi gibidir; müziğin nasıl ses vermesi (bir tasarımın işlevini ve görünümünü) gerektiğini bilir ve arzu edilen sesi/besteyi (sistem gereksinimlerini sağlamak) başarmak için müzisyenlere/orkestraya (farklı branşlardaki mühendislere) öncülük eder.” diyor özetle NASA (The Art and Science of Systems Engineering, 2009)…

Sonuç olarak, nasıl her branş/disiplin kendi alanında tasarımda önemli ise, Sistem Mühendisliği de resmin (sistemin) tamamını görmenin (odaklanmanın), sadece parçaları (alt sistem/branş) değil, bütünü ele almanın (optimize etmenin) ve sistem seviyesi tasarım/modellemeyi sağlamanın vazgeçilmez bir unsuru bana göre. Bu yönden de meslekte kendini geliştirmenin, en azından bu bakış açısına sahip olmanın önemli olduğunu değerlendiriyorum.

Biterken

Bölümde 1993’ten 2018’e kadar geçen 25 yılı birkaç sayfada anlatmak, sanki anılara tadımlık değinmek gibi hissettiriyor. Her halükarda, bölümün bugün geldiği noktada sayısız kişinin emeğini bizzat yaşayarak gördük ve bizdeki emekleri de gerek zihnimizde gerek mesleğimizde her an yaşıyor. Nihayetinde, 1990’ların dünyasında kesinlikle farklı olan (binasıyla bile) bölümde geçirdiğimiz yıllar biterken, geriye kalanlar sevilen meslekler, kazanılan yetenekler, akıldaki hatıralar, albümdeki fotoğraflar ve devam eden dostluklar oldu...

Cengizhan Bahar

2018 - Ankara